Keşke
siyaset ile ilgili tartışmaları, ki herhalde tartışmaların büyük çoğunluğunu
oluşturur, “bu konuda ben haklıyım çünkü Sokrat böyle diyor" veya
"doğru olan şudur çünkü Marx böyle yazmış" diye çözümleyebilseydik.
Ama yapamıyoruz. İyi ki de yapamıyoruz. Başlangıç noktasını Platon'un Devlet'i
olarak alacak olursak, en doğru yönetimin hangisi olduğu, neyin bir hükümeti
meşru kılacağı, yasaları kimin yapacağı ve belki de en önemlisi çocukları kimin
neye göre eğiteceği ile ilgili tartışma 2400 yıldır sonuçlanmıyor, sadece her
bir düşünürle gelişiyor ve şekilleniyor. Belki de benim gibi sayılar ve tek
doğru cevaplar ile yetiştirilmiş bir mühendise siyaset felsefesinin bu denli
değişik ve çekici gelmesinin en önemli sebebi bu olmuştur: yani hiçbir sorunun
tek doğru cevabının olmaması.
Yüzyıllar önce yazılan kitapların bugünün sorularına cevap vermesinin
mümkün olmadığı aşikâr; zaten biz bugün
düşünürleri yüzyıllar önce verdikleri cevaplar için değil, yüzyıllar önce
sordukları sorular için okuyoruz. Solon ve Perikles'in kurduğu Atina
Demokrasisinin geçici de olsa çöküşüne şahit olan Platon ve Aristoteles en iyi
yönetimin Aristokratik Oligarşi olduğunu düşünüyordu. Bunun artık en azından
medeni dünya için hiçbir geçerliliği yok, oysa hala Platon ve Aristoteles'i
okumaya devam ediyoruz çünkü ilk defa onlar "neden yasalara ihtiyacımız
var" ve "gerçek adalet nedir" sorularını sordular. Ya da bugün
kölelik modern dünyada yok ama biz Aziz Augustinus'un köleliğin neden gerekli
ve ahlaken doğru bir olgu olduğunu anlattığı metinlerini bugün hiçbir
geçerliliği olmasa da hala okuyoruz. Çünkü her metni ve düşünürü tarihsel
şartları içinde değerlendiriyor ve siyaset felsefesinin ya da dolaylı olarak
kişi hak ve hürriyetlerinin gelişimini her adımıyla kesintisiz görmek ve
anlamak istiyoruz. Bugün bizim için tartışılması bile gülünç olabilecek
konuların, mesela kralların
iktidarının ilahi olmaması gibi bir fikrin bundan 500 yıl önce dile
getirilmesinin hayatlara mal olduğunu biliyoruz. Düşünürlerin kendi
dönemlerinin tartışmasız doğru kabul edilen kurallarını sorguladıkları
sorularını bugün hayranlıkla okuyoruz. Kendi çağımızla ilgili acaba bizim
göremediklerimiz, kör noktalarımız neler diye düşünüyoruz. Herkesin üzerinde
uzlaştığı doğruları (ki şüphesiz birçoğu yarının yanlışları olacak)
sorgulamakla ilgili cesaret buluyoruz. Zira binlerce yıl önce yazılmış
kitaplarla bugünün sosyal hayatını düzenlemek veya sorularına cevap aramak
değil niyetimiz; öyle bir yöntem zaten var, adına din diyoruz ve haliyle
kendisi konumuzun tamamen dışında.
İnsanoğlunun binlerce yıldır süren en doğru rejimi bulma serüveninde
her şey birbiriyle iniltili ilerler ve taban tabana zıt görünen sistemlerin
bile birbirleriyle olan
bağlantılarını görmek insanı şaşırtır. Niccolo Machiavelli'nin Prens’le ortaçağ boyunca
bin yıldır dinle şekillenen yönetim bilimine ilk defa yaptığı seküler ama
içeriği itibarıyla yöneticiyi acımasızlaştıran ve insanların çoğunu kötü
niyetli varsaydığı yorumunu, Thomas More'un herkesin melekler kadar iyi olduğu Ütopya’sının takip
etmesi veya Thomas Hobbes'un Leviathan’ında kişi haklarını yok sayan monarşik devlet canavarını John Locke'un
bir yüzyıl sonra Amerikan Anayasasının temelini oluşturacak kadar geniş
bireysel özgürlükler üzerine kurduğu Hükümet Üzerine İkinci Risale’sinin takip etmesi
bir tesadüf değildir, bilakis etki tepkidir. Her düşünür kendi yüzyılının
gerekli sorularını sorar ve sonraki düşünüre üzerinde çalışıp kendi sorularını
soracağı düşünsel ortamı hazırlar.
![]() |
Thomas Hobbes, Leviathan, 1651 İlk Basım Kitap Kapağı / Leviathan Eski Ahit'ten bir mitolojik canavarın ismidir, belli ki Thomas Hobbes mutlak monarşiyi sembolize etmesi için en uygun seçimi yapmış. |
Açıkçası siyaset felsefesi ile ilgilenmek pek tekin bir iş de değildir;
çünkü insanoğlunun devlet ve rejimle ilgili düşüncelerinin tarihini okumaya
başlayan kişinin, en temel soruların
bile yüzlerce yıldır kesin bir şekilde cevaplanamıyor olması bir yana, her
düşünce akımının içinde hem doğrular hem de yanlışlar olduğunu anlamasıyla,
kendi inançlarını da sorgulaması kaçınılmaz olacaktır. Ve belki de en önemlisi,
siyaset felsefesi okumaya başlayan kişi sadece iki yüz yıl önce üzerinde
anlaşılan bazı doğruların bugünün yanlışları olduğunu ve bu yüzden bugün tüm
kalbimizle inandığımız değerlerimizin iki yüzyıl sonra gülünç olabileceğinin
ayırdına varacak, inanmanın ve doğruları bildiğini düşünmenin verdiği huzuru,
kuşkuculuğun huzursuzluğu ile değiştirmek zorunda kalacaktır. Hâlbuki ne güzel
ve güvenlidir kendimiz gibi
milyonlarca insanla beraber doğru olduğundan şüphe duymadığımız bir şeye inanmak, bir cemiyete/partiye ait
olmak, ümmetimiz ile hareket etmek,
sloganlarla konuşup, marşlarla yürümek.
Kim bilir belki bir kaç yüzyıl sonra bildiğimiz anlamda ülkelerin ve
dogmatik inançların olmadığı, dünya üzerindeki tüm özgür ve eşit insanları
kucaklayan Evrensel Milletler Cemiyeti benzeri bir düzen olacak. Kişi hak ve
hürriyetlerinin, düşünce özgürlüğünün ve fırsat eşitliğinin bugünün çok
ötesinde olduğu, teknoloji sayesinde bilginin bugün tahayyül dahi edemediğimiz
hızlarla paylaşıldığı, tüm dünya nüfusunun dinden, dilden ve milliyetten
bağımsız aynı parlamentoda temsil edildiği ülkesiz bir dünya. Olur mu dersiniz?
Bunu henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Yine de temkinli olmakta
fayda var, herkes için kişi hak ve hürriyetlerinin genişletilmesinin dışında herhangi bir kavramı savunmadan önce iki kere düşünmeliyiz, hele hele savunduğunuz kavramın, fikrin
içinde "ulu", "kutsal", "şanlı", "yüce"
ve benzeri sıfatlar geçiyorsa iki de yetmez on defa düşünmeliyiz. Adına siyaset felsefesi dediğimiz yüzlerce yıllık bu macerada uzun
vadede istikrarlı bir şekilde gözlemleyebileceğimiz tek eğilim bilginin daha ulaşılabilir olmasıyla beraber insanın
gittikçe özgürleşmesidir.